Her bilinç, kendi eylemiyle imtihan olur
Sahi, uyanmayı hiç düşündün mü? diye sormuştuk önceki serimizde.
Şimdi, küçük hatırlatmalar ile yeni yazımıza geçelim.
İnsan bazen kendi hayatının içinde değil, ona benzeyen bir simülasyonun içinde yaşar.
Sabah kalkar, işe gider, konuşur, güler, üzülür ama hiçbir duygu tam olarak kendisine ait değildir. Her şey “olması gerektiği gibi” olur. Tıpkı Matrix’in soğuk düzeninde olduğu gibi.
Kırmızı hap sahnesinden bahsetmiş, o sahne aslında insanın kendi uykusuna başkaldırmasıdır demiştik.
Morpheus’un Neo’ya uzattığı iki hap ‘mavi ve kırmızı’ yalnızca bir seçim değil, bir uyanış metaforudur.
Mavi hap, huzurlu bir cehaleti temsil eder.
Kırmızı hap ise rahatsız edici bir gerçeği.
Bir tanesi “bildiğin hayatı” sürdürmeyi vaat eder, diğeri “bilmediğin gerçeğe” götürür.
Birinde huzur vardır ama sahte; diğerinde acı vardır ama hakiki.
Matrix, sadece makinelerin ürettiği bir illüzyon değildir; insanın kendi kendine ördüğü duvarların filmidir.
Her gün binlerce defa seçeriz: kolay olanı mı, doğru olanı mı?
Mavi hap, kolay olandır.
Kırmızı hap ise doğru olana götüren, yakıcı bir aydınlıktır.
Gerçeğe giden yol, daima sancılıdır. Çünkü insanın ilk uyanışı, genellikle acı vericidir. Bir yalanın içinde yaşadığını fark etmek, tüm güven duygusunu sarsar. Fakat işte tam o an, insan kendi varlığını yeniden inşa etmeye, fıtri kodlarına dönmek için alması gereken aksiyonlara yeniden başlar.
Uyanış, bir bilgilenme değil; bir dönüşümdür.
İslami literatürde buna “nefsin uyanışı/şuurlanma” denir. Kişi dış dünyanın illüzyonundan sıyrılıp içindeki “Rabbani lâtifeyi” fark ettiğinde, yani içsel özle temas ettiğinde kırmızı hapı yutmuş olur. Bu hap, insanın kendi içindeki sahte benlikleri, korkularını ve alışkanlıklarını, mazeretlerini çözmesine yol açar. Artık hiçbir şey aynı değildir. Çünkü bir kez hakikati gören göz, bir daha kapanmaz.
Kırmızı hapı yutmak, modern insanın “konfor alanını terk etmesi” anlamına gelir.
Ki bu da toplumun kalıplarına, yapay mutluluklara ve “normallik” denilen uyuşturucuya karşı sessiz bir devrimdir.
Ve Morpheus’un o unutulmaz sözü gelir kulağımıza:
“Matrix her yerdedir. Seni çevreliyor. Gerçeği görmek istiyorsan, zincirlerini kırmalısın.”
Bu zincirler bugün belki bir bilgisayar programı değil; ekran başında geçen saatler, başkalarının onayına bağımlı bir benlik, tüketimle dolan boşluk ya da “iyi insan olma” kisvesi altında yatan iç sesini susturma çabasından başka bir şey değildir.
Yine Morpheus, Neo’ya der ki: “Ben sana sadece kapıyı gösterebilirim, içeri giren sen olacaksın.”
Bu söz, bütün hakikat yolcularının kulağında yankılanan çağrıdır.
Bir mürşid, bir öğretmen ya da bir bilge yalnızca kapıyı gösterir; içeri girecek olan ise senin iradendir.
Çünkü hakikat, kimsenin taşıyabileceği bir yük değildir.
Her insan onu kendi elleriyle taşır, kendi yüreğinde büyütür.
Her çağın Matrix’i farklıdır.
Ama her çağda kırmızı hap aynı anlama gelir:
Hakikat için rahatı terk etmek.
Önceki yazımızda Morpheus’un, Neo’yu Oracle’a götürdüğünden bahsetmiştik.
Oracle bir “bilge kadın” olarak görünür ama aslında dışsal bir figürden öte, insanın kendi vicdanının simgesidir.
O, Neo’ya “sen seçilmiş kişi değilsin” der. Bu cümle, insanın kaderine dair en derin çelişkisidir.
Çünkü her insan kendi iç dünyasında “seçilmiş olmak” ister. Bir amaç, bir anlam, bir özel rol… Fakat Oracle’ın asıl öğretisi şudur:
Sen ancak inanırsan, seçilmiş olursun.
Bu, özgür iradenin hakikatidir.
Kader sana bir yön gösterir, ama yolu sen yürürsün.
Tasavvufi dille, “emr-i ilahi” sana nefes olur, ama o nefesi nasıl alıp vereceğin sana bırakılmıştır.
Neo’nun öğrenmesi gereken şey, dışsal bir kurtarıcı olmadığını; kendi içindeki “Mesih bilinci”ni uyandırması gerektiğidir.
Oracle, işte o bilinci işaret eder.
Bilge kadın yani Oracle, fırının içindeki kurabiyeyi gösterir. “Ye” der.
Bu basit sahne, aslında “kaderin lezzetini kabullenme” metaforudur.
İnsan, hayatında her şeyi anlamak zorunda değildir.
Bazen sadece kabullenmek, teslimiyetin bir biçimidir.
Ama o teslimiyet pasiflik değildir, güven duygusudur.
Teslimiyet, hareketsizlik değil; hakikatin akışına güvenmektir.
Neo, o sahnede “kendi olma” sürecini başlatır. Artık bir dış otoritenin, bir sistemin veya bir kehanetin değil; kendi sezgisinin peşinden gitmeyi öğrenir.
Bu da insanın ruhsal olgunlaşmasının dönüm noktasıdır.
Matrix, sadece makinelerin yönettiği bir distopya değil; insanın kendi kurduğu zindanıdır.
Bugün hepimiz “Matrix’in modern versiyonlarında” yaşıyoruz:
Algoritmalar, etiketler, yapay ilişkiler, kimlik kartları, başarı tanımları…
Hepsi birer koddan, yansımadan ibaret.
Ve bu kodların/yansımaların içinde, öz’ü unutulmuş bir “ben” gizleniyor.
Oysa her insanın içinde, dış dünyadan bağımsız, saf bir “gözlemci” var.
Fıtratta, temel yaratılış kodlarında bu, Lâtife-i Rabbâniye olarak anılır.
O gözlemci, bedenden de zihinden de bağımsızdır; sadece fark eder.
O fark ediş, Matrix’ten çıkış kapısıdır.
Neo’nun makinelerle savaşması, aslında insanın kendi içindeki yanılsamalara karşı savaşından başka bir şey değildir.
Velhasılı dostlar, uyanmak sadece başlangıçtır.
Kırmızı hapı yutmak, hayatı yeni baştan okumaktır.
Ama uyanan insanın görevi, sadece gerçeği bilmek değil;
O gerçeği yaşamak, dünyada “hakikat bilinciyle” eylemde bulunmaktır.
Bu yüzden Matrix, aslında bir kurtuluş hikâyesi değil; sorumluluk hikâyesidir.
Her bilinç, kendi eylemiyle imtihan olur.
Ve her insan, kendi Matrix’inden kendi iradesiyle çıkar.
…
Bir sonraki yazımızda Matrix’te Neo’nun kapısını çalan o grubun bahsettiği:
“Beyaz tavşanı takip et.” Çağrısını ve Neo’nun tereddütüne dair konuşacağız.
Zira çağrıyı yapanlardan birinin omzundaki küçük bir dövme, kaderin ince imzasıdır: beyaz bir tavşan.
O anda bir şey olur. Neo’nun içindeki sezgi, zihnin tereddüdünü bastırır.
Ve o küçük işaret, onu bambaşka bir dünyaya götürecek kapıyı aralar.
Serimizin sonraki yazısında görüşmek dileği ile
Selam ve muhabbetle kalın
Cevahir Aydın | Küçük Dünyam
Yorumlar
Kalan Karakter: