Teknik olarak diyebiliriz ki; zaman içinde sendroma yani belirginliğe dönüşen bu eğilim, her daim gündeme gelen travma yani örselenme olarak da yürürlüğe girmektedir. Hatta ‘dünden kalanı koruma’ adımını işleme alan bu tavır, atalardan kalanı kıymetlendiren ezberci yaklaşımın da tezahürü hükmündedir. Bu nedenledir ki, insanı muhatap alan dinin ondan istediği ana vazife, ‘olası ezberden beslenen bu yaklaşımlardan değil, gerçeğin keşfine imkân sunan önerilerden yanan durmaktır’ diyebiliriz.
Ve dahi; ‘yöresel ahlâk’ ve ‘grupsal ahlâkîlik’ ya da ‘ahlâksızlık’ ve de ‘ahlâksız dindarlık’ kümesinde ilerleyen adımın ‘geçmişi koruma’ bandında işleme alınan ‘önyargılı eğilim’ olduğundan da haberli durumdayız. Nitekim işin içinde olan Allah tarafından sistem dışına alınan bu tercihin ‘iyi olanı destekleme’ önerisine muhatap olan insan bazında merkeze alındığından da emin olunmalıdır. O yüzdendir ki, insan denilen etkin varlığın kendisine sunulan ‘dinsel dâvet’ önerisi karşısında dikkate alınması, daha ilk adımda ahlâk ve adalet erdeminin sahipliğinden söz edildiğini dile getirecektir.
Buna göre, kim olursa olsun, başta Peygamberler olmak üzere, kişilere yönelen tebliğ süreci, ilk basamakta beşer için gerekli olan kazanım ve dahi donanımdan hareket etmektedir diyebiliriz. Öyle ki, bahsedilen bu birikimin insan için âdeta ‘besin değeri’ hükmünde olan temel sahipliklerin olduğundan da emin olunmalıdır. Bu sebeple, ‘iyi insan’ denilen formun zaman içinde ‘örneklik’ vasfı olan ‘iyi Müslüman/iyi dindar/iyi muhatap’ bandında olması, insana bırakılan dünya hayatında ‘beklenen adım’ konumunda olduğundan da haberdar kalınmalıdır.
Ayrıca, zaman içinde sisteme alınan kabullerin ‘indirilen din’ kümesinden çıkıp, geleneği kutsallaştıran ‘muhafazakâr ahlâk’ eğilimine dönüşmesi, her daim öne taşınan ‘ahlâksızlık’ edimlerinin zaman içinde işleme alınan ‘dindarlık’ kabullerine dönüştüğünde de bahsedilecek konumdadır. O nedenle; ‘Atalardan kalanları bize sunan geçmiş ve onları ihya eden gelecek tasavvuru gerçek dinsel eğilim midir?’ sorusunun cevaplanması için, bahsedilen zaman dilimin sorgusuz-sualsiz incelemeye alınıp, dünden kalanı toptan kabul eden dindarlık vasfının Vahiy üzerinden elimine edilmesi de gerekmektedir.
Hatta hadsiz ve de haksız biçimde ‘akideleşen gelenek’ bahsinde merkeze taşınan bu kabulün gelişen süre zarfında ‘ahlâksız dindarlık’ kümesinde yol alan pek çok adıma da olanak sağladığı mâlumdur. Bu yüzdendir ki, ‘gerçeği bulma’ erdemiyle var edilen insanı muhatap alan Hak Din adımının her daim merkeze aldığı; “Hakikat dünden beslenen şey midir?, yoksa, temel ilkelerden beslenen gerçeklik midir?” sualinin kıymet verilen insan kümesinde dikkatli bir şekilde ele alınıp, ona yakışan bazda cevaplanması da gerekmektedir.
Üstelik işin içinde olanlarca her daim kolaylıkla görüldüğü veçhile, yaşanan süreçte merkeze alınan akait metinleri yani insana tavsiye edilen ‘zorunlu inanç basamağı’, dinsel kümede aktif hale geçen gruplarca öne alınan kabullerin kutsandığı onaylama aşamasına da dönüşmüştür. Bu sebeple, bugün için elimizde olan akait/inanç metinlerinin grupçu eğilimden beslenip, kendilerinin öne aldığı geleneksel kabulü kutsayarak, ‘inanç ilkesi’ yani ‘temel akide’ bağlamına sokulduğundan da emin durumdayız.
Oysaki Yüce Allah’ın erdemli varlığı konumunda olan insanın kendisinden beklenenler konusunda sağduyulu davranması, yaşanılan ortamlarda ona güvenen Yaratıcı’nın ona verdiği donanım anlamına da gelecektir. Bu yüzdendir ki, düşünen ve de akleden insanın atalardan kalanı ana ilkeler üzerinden ele alması, muhafazakâr dindarlığın sistem dışına alınıp, ‘dünden kalanı koruma’ moduna geçen ahlâkın yeniden ele alınması anlamına da gelecektir.
Daha işin başında demek gerekir ki, Allah’ın doğrudan muhatabı olan donanım sahibi insanın; akıl, zekâ ve irade üzerinden giderek, diğer varlıkların önüne geçen ya da ardına düşen konumla dengelendiğinden da bahsedilmelidir. Bu yüzdendir ki, daha ilk insandan itibaren devreye giren din olgusunun merkeze aldığı donanımın ‘fıtrat’ yani ‘olası yaratılışa uygun davranma’ edimi olduğundan da haberli kalınmalıdır. Öyle ki, yalnızca insana hasredilen bu aşamanın donanım kümelerinin ‘ahlâk’ denilen kazanımla yol alması, her daim devreye taşınması önerilen hatta beklenen ‘adalet’ aşaması olsa gerektir.
O sebepledir ki, ‘yaratılan en donanımlı varlık’ konumunda olan insana sunulan ‘din’ olgusu, mutlak surette bireysel ve toplumsal hatta evrensel kazanım aşamasını merkeze alan insanı dikkate almaktadır diyebiliriz. Ayrıca, Allah’ın muhatap aldığı insanın doğal tercihleri sonrasında; iyiden, doğrudan ve güzelden yana olacağına güvenilmesi; Melek, Cin ve Şeytan’ın hem önüne, hem de arkasına geçecek varlığın halk edildiği anlamına da gelecektir.
Yakinen bilindiği kadarıyla, işin merkezinde olan Yüce Allah’ın insan arasından seçtiği Elçilerin mutlak surette bireysel donanıma sahip olan ‘yetkin insan’ basamağında olduğu da mâlum gözükmektedir. Bu sebeple, hangi toplumsal süreçlerde olursa olsun, kendisine sunulan vazifenin ilk adımda bireysel donanımlarla tebyin edilmesi, daha ilk adımda ahlâklı insan ile adaletli bireye öncelik verildiği şıkkını her daim söz konusu etmektedir diyebiliriz.
Esasında, ‘yaratılış niteliği’ adıyla bilinen ahlâk kümesinin vahyin merkeze aldığı ‘takva’, yani ‘iyi insan olma’ bandında her daim elde edilebilecek ‘üst erdem’ süreciyle tanımlanmış olduğundan emin kalınmalıdır. Üstelik Vahyin açık ettiği bu aşama; inanç, ibadet ve amel basamağında akleden insana önerilen hemen her şeyin ‘amaç’ konumunda değil ‘araç’ hükmünde olmasını da açıkça beyan etmektedir. Zira yaşayan insanın ana hedefi konumunda olan ‘ahlâklı insan olma’ vasfı, ‘temel vazife’ konumunda olan inanç ve ibadet adımının kişiye kazandırdığı pozitif değerlerle elde edilen somut kazanımlara yani ahlâk ve adalete de denk gelmektedir.
Yine de açık edilmelidir ki, işin merkezinde olan Cenâb-ı Hak’kın sisteme alıp, akletme becerisiyle halk ettiği insana önerdiği hemen her ibadet, mutlak surette kişiyi ve dahi kişiliği geliştiren, hatta eğiten adımların kendisidir. Bu yüzdendir ki, insan için önerilen ibadetlerin ‘bireysel kazanıma hükmeden çaba’ konumunda olduğu da açıkça görülmektedir. Bunun yanında, ‘kul hakkı’ denilen işlemlerin mutlak surette hak-hukuk yani adalet basamağı üzerinden yerine getirilme beklentisi, bu vasıflarla donatılan insandan beklenen ‘normal davranış’ adımı olsa gerektir.
Belki de, sırf bu sebep yüzündendir ki, inanacak olan insanın öncelikle ahlâklı olup, her daim adaleti sisteme alan kişiliğe sahip olması da beklenmektedir. Ve dahi, seçilen Elçilerin normal yaşamalarında ‘iyi insan’ pozisyonunda olması, ahlâk denilen kazanımın bireydeki yetkinliğe dayalı olan ‘normallik adımı’ olduğu anlamına da gelecektir. Eğer ki, bizleri için son derece anlamlı ve dahi gerekli olan bu işlem, Yaratıcı’nın önerdiği hayata tutunacak olursa, ilk Elçiden son Elçiye değin insanlığın yegâne dini olan İslâm’ın muhatap aldığı bireylere yaptığı öneriler ile onların sahip oldukları değerlere duyduğu güvenden de haberimiz olacaktır.
Dolayısıyla, ‘yaratılış vasıflarının pratize edilmesi’ manasında olan ahlâkın insan için önerilen dinde her daim dikkate alınması, yaşayan insanı ‘adam’ eden tavrın bu olduğu anlamına da gelecektir. Bu nedenledir ki, her daim dünden kalanı kutsayan eğilimlerin insana kıymet veren Allah tarafından ‘geçmişi kutsayan eğilim’ olarak lanse edildiğinden de haberli olunmalıdır. Üstelik atalardan kalanları; iyi olanı onaylama, yanlış olanı düzeltme ve kötü olandan uzak durma yani reddetme adımları üzerinden sisteme alınması, düşünen insanı muhafazakâr ahlâksızlık kazanımlarından da uzak tutacaktır diyebiliriz.
Bununla birlikte, ahlâk denilen sahipliğin dünyanın neresinde olursa olsun ve dahi hangi kurumda bulunursa bulunsun, ‘normal insan tavrı’ olduğu da her daim açıklanmalıdır. Bu sebeple, daha dinle tanışmadan önce bu vasıfla yaşayan kişilerin zaman içinde önerilen ahlâkı yaşamsal tarza dönüştüren konuma yükselmesi, verilen görevlerin ifası konusundaki kabiliyetlerinden de bahseder konumdadır. Gariptir ki, yaşanan normalliği yakından tanıma adına; sadaka-yardım, zekât-vergi, ribâ-faiz olgusunun; adalet, ahlâk ve iktisat bazında doğru bir şekilde bilinmesi, insanı merkeze alan dinin önerdiği; hakkaniyet, adalet ve ahlâkın öne sürdüğü adım hükmünde olduğundan da şüphe edilmemelidir.
Artık, açıkça deşifre edilmelidir ki, insana önerilen ahlâk kümesinin ‘temel kazanım’ hükmünde olduğundan emin kalınmalıdır. Ayrıca, bahsedilen erdemin ‘asıl donanım’ konumunda olduğundan da haberli olunmalıdır. Nitekim işi bilenlerce ‘Tanrı’nın özel donatımı’ manasında olan bu kazanım, hemen her durumda ‘insanı insan yapan normallik aşaması’ olduğundan şüphe edilmemesi de gerekmektedir. Bu nedenledir ki, dünden kalanı sorgulamadan öne çıkaran muhafazakârlık eğiliminin başlı başına ‘sendrom’ hatta ‘travma’ olduğu konusunda bilgi sahibi olmak, hakikat bazlı düşünen insandan her daim ‘beklenen adım’ konumunda olsa gerektir.
Bundan ötürüdür ki, muhafazakâr ahlâk ya da ahlâksızlık bandının ‘seçilen varlığın insan olmasını temin eden pozitif adım kümesi’ olarak bilinen Hak Dinle sorun yaşayan eğilime kapı araladığı da yakinen bilinmektedir. O sebeple, insan bazında sıklıkla görülen bu eğilimin; ‘atalardan kalanları kutsallaştırma’ adımıyla güne taşınan ‘ezberci eğilim’ adımına yakın durduğu konusunda da her daim emin durumdayız. Bu yüzden de; gerçeği araştırma, ahlâklı olma iyiden yana durma, adaletle davranma basamaklarının yalnızca insana tanınan kazanım kümesi olduğundan da haberdar olunmalıdır.
Öyle ki, ‘normal tutum ve davranışa olanak sağlayan kazanım kümesi’ konumunda olan ahlâkın zaman içinde değişen ve değiştirilen tutumların eğitimine de fırsat verdiği yakinen bilinmektedir. Bu nedenledir ki, insanın fıtratında, yani temel özellikleri barındıran yaratılış aşamasında açık edilen; helal-haram, iyi- kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, gerekli-gereksiz, faydalı-zararlı vb. gibi oluşumların; ahlâk, vicdan ve adalet sahibi insanın ‘Allah’ın muhatabı’ seviyesinde olduğu anlamına gelen basamağı her daim etkinleştireceğinden de emin kalınmalıdır.
Netice olarak diyebiliriz ki, insana verilen ‘Tanrısal kıymet’ basamağının daha ilk adımda ‘kaliteli insan yaratma adımı’ sebebiyle gündeme geldiğinden de şüphe duyulmamalıdır. O sebeple, insana önerilmeyen, hatta ondan beklenmeyen ‘adaletsiz yaşam’ tercihinin zaman içinde ‘ahlâksız dindarlık’ kabulünden beslenen tarafı olduğundan da emin durumdayız. Bu yüzdendir ki, hak-bâtıl ve gerçek-uydurma aşamasında yol alan akleden insan kümesi, ‘kendisinden beklenen adım’ konumunda olan ‘dünyayı yaşanılır evreye taşıma’ vazifesiyle donatıldığından da haberdar olunmalıdır.