Fırat’ın Aynasında (AN’da)
Mehmet Nuri Bingöl
Sabahın ilk ışıkları, Fırat’ın yüzünde titreyen bir sır gibi geziniyordu. Nehir, gökyüzünün mavisini ve kıyıya yaslanmış taş evlerin sarımsı rengine bürünmüş; sessizce akmıyor da baraj ile boğazlanmışçasına sürünüyordu. Yahut AN’a öyle geliyordu.
Hafif bir rüzgâr esince, suyun sathını kırışık simalara benzetti; sahildeki söğüt silüetlerinin gölgeleri bağbozumuna döndü. Sanki zamanın aynasına atılan bir taş gibi…
Ahmet Nureddin, köprünün başında durdu. Üzerinde yılların yolculuğundan ve meslek hayatından kalan yorgunluk, elinde babasından kalma, kenarları yıpranmış bir deri valiz vardı. Yıllar sonra doğduğu şehre dönmüştü. Ne gurbetin sessizliği ne de şehirlerin gürültüsü, onun içindeki boşluğu dolduramamıştı.
Mazideki sessiz taş şehir, çocukluğunun gizli odaları, dedesinin sesi, babaannesinin dua eden elleri… Hepsi onu çağırmıştı. Ancak bunlar gibi o asil evler de hakiki istikbale karışmış; betonerme binalarla istila edilmişti şehir.
Köprüyü ağır adımlarla geçti. Nehir, altından bir soluk gibi akıyordu. Sağ tarafta, ince uzun minare göğe ve suya aynı anda uzanmış gibiydi. Gövdesinin titrek gölgesi Fırat’ın yüzünde dans ediyor, güneşle yarışıyordu. Taş evler, birbirine yaslanmış ihtiyar dostlar gibiydi; rüzgârın ve zamanın önünde suskun ve sabırlı. Uzakta, tepenin ucunda harap kalenin taşları, bin yıllık bir nöbetin hâlâ sürdüğünü hatırlatıyordu.
Sokağa adım atar atmaz, yıllar bir anda eridi. Taşların arasında yankılanan ayak sesleri ona çocukluğunu hatırlattı. Bir kemerin altından sarkan sarmaşıklar, taş duvarların sertliğini yumuşatıyordu. Güneş ışığı, daracık sokakta gezinen bir misafir gibi taşlara dokunuyor, sonra çekiliyordu. Her köşe, her taş bir hatıranın izini taşıyordu.
Sokağın sonunda, dedesinin hep anlattığı eve geldi. Kapısı kararmıştı, üzerindeki demir tokmak pasla kaplanmıştı. Yan taşın üzerinde küçük bir yıldız kabartması vardı; parmağını taşın üzerine koyduğunda sıcaklığı içini ısıttı. O anda, minareden yükselen ezan sesi Fırat’a çarptı ve sokaklara yayıldı.
Ahmet Nureddin’in boğazı düğümlendi. Dedesinin sesi, babaannesinin duaları, çocukluk akşamlarının serinliği… Hepsi birden taşlardan sızıp geri gelmişti. Defterini açtı, titrek bir yazıyla cümlesini yazdı:
“Bu şehir, suya ve taşa yazılmış bir dua gibi…”
Güneş yükseliyor, Fırat usulca akıyor, taşlar ise binlerce yılın suskunluğuyla onu dinliyordu. Ahmet Nureddin anladı ki, bazı şehirler insanın sadece çocukluğunu değil, ruhunu da saklar. Ve o şehir, bir gün insanı kendine geri çağırır.
Ahmet Nureddin, dedesinin evinin önünde uzun süre durdu. Kapının üzerindeki paslı tokmak, güneş ışığında kısmen parlıyor, kısmen gölgede kayboluyordu. Taş duvardaki küçük yıldız kabartmasını avuçladığında, sanki dedesinin eli kendi elinin üstüne konmuş gibi hissetti. Gözlerini kapadı.
Birden yaz akşamları geri geldi. Sokağın taşları sıcaktı; ama akşamüstü serin rüzgâr taşların yüzeyinde dolaşırdı. Küçük Ahmet Nureddin, kapının önünde oturur, topunu sokağın taşlarına çarptırırdı. Dedesi, eski bir iskemleye oturmuş, piposundan dumanlar yükseltirken ağır ağır konuşurdu:
“Bu taşlar, oğlum… Bu taşlar, gördüğünden fazlasını bilir. İnsan gelir geçer ama taş kalır. Bu minare, bu köprü… Hepsi bizim hikâyemizi taşır.”
O zamanlar bu sözler sadece hoş bir masal gibiydi. Çocuk aklı, taşların hafızası olabileceğine inanmazdı. Ama şimdi, yıllar sonra o taşların önünde dururken, dedesinin haklı olduğunu hissediyordu.
Sokakta ilerlerken, bir kapının önünde oturan yaşlı bir kadın gördü. Yüzündeki kırışıklıklar, taşların arasında açmış derin yarıklar gibiydi. Kadın, bastonuna yaslanmış, usulca ona baktı.
“Sen… Ahmet misin?” dedi kısık bir sesle.
“Ahmet Nureddin,” dedi, sesi titreyerek.
Kadının gözleri parladı.
“Deden seni çok anlatırdı. Hep derdi ki, ‘Bu çocuk taşlara dokunursa hatırlayacak.’ Bak, hatırladın mı?”
Ahmet Nureddin başını salladı. Hatırlıyordu. Bu sokak, bu taşlar, bu şehir… Hepsi onun bir parçasıydı.
Gözleri köprüye doğru kaydı. Fırat, akşam güneşinde kızıl bir şal gibi parlıyordu. Dedesinin sesi yeniden kulaklarında çınladı:
“Fırat, oğlum, insana benzemez. İnsanı beklemez ama onu affeder. Sen gitsen de dönsen de Fırat burada, hep seni bekler.”
O an, şehrin sadece taşlarda değil; suyun akışında, rüzgârın uğultusunda ve ezanın yankısında yaşadığını anladı. Defterine bir not daha düştü:
“Bu şehir, sadece taşların değil; suyun, rüzgârın ve duanın hafızasında da yaşıyor.”
Gün, ağır ağır akşamın kollarına bırakmıştı kendini. Gökyüzü, kızıl ile mor arasında gidip gelen bir renk cümbüşüne bürünmüştü. Fırat’ın suları bu renkleri bir ayna gibi akseder, zamanın akışını yavaşlatıyordu. Ahmet Nureddin, köprünün ortasında durdu. Altında, yüzyıllardır aynı sabırla akan suyun sesi…
O ses, yalnızca bir su sesi değildi artık. Rüzgârın uğultusu ve suyun akışı, ona kelimelerden öte bir şey fısıldıyordu:
“Geldin, gördün, hatırladın… Şimdi içindeki yükü bırak.”
Ahmet Nureddin gözlerini kapadı. Yılların yorgunluğu, ayrılıkların sessizliği, kaybettiklerinin ağırlığı omuzlarından süzülüp gidiyormuş gibi hissetti. Dedesinin sözleri yeniden zihninde yankılandı:
“Fırat, oğlum, insanı beklemez ama onu affeder.”
Köprünün taşlarına yaslanıp defterini açtı. Güneşin son ışıkları sayfaya vurdu. Titreyen satırlarla yazdı:
“Bu şehir, beni affetti. Fırat, bana yeniden kendimi gösterdi.”
O sırada, uzaktan ezan sesi yükseldi. Minarenin sesi suya çarptı, yankılandı, şehrin taş sokaklarına yayıldı. Bu ses, yalnızca bir namaz vakti çağrısı değildi; zamanın kendisiydi, geçmişin ve bugünün birleştiği an.
Ahmet Nureddin, defterini kapadı ve derin bir nefes aldı. Gözleri, şehrin taş evlerinden Fırat’ın yansımalarına kaydı. Bir anlığına, nehirde yalnızca gökyüzünü değil, kendi yüzünü de gördü. Fırat, onun iç dünyasının aynası gibi olmuştu.
“Ben oraya döndüm,” dedi içinden. “Ve şehir beni yeniden kabul etti.”
Gecenin ilk serin rüzgârı esti. Sokaklarda lambalar yanmaya başladı. Taşlar, yüzyılların sessiz tanıklığını sürdürüyor, Fırat usulca şehri ninnisine sarıyordu.
Ahmet Nureddin, köprüden uzaklaştı.
Ama biliyordu ki, artık bu şehir onun içindeydi; taşların, suyun ve duanın birleştiği yerde…
Ve Fırat, onu hep hatırlayacaktı.
Yorumlar
Kalan Karakter: