LÜTFEN TEBESSÜM ETME!
Tebessümün sadaka olduğunu bildiğimiz için Müslüman din kardeşlerimizin yüzünü güldürmeye meyyâl olurduk bir zamanlar. Yine bir din kardeşimizin tebessümünü gördüğümüzde de iyi niyetli olduğundan her zaman emin olurduk. Bir tebessümle gönül bahçemizde güller açardı. Bizim nezdimizde tebessümün, bu denli güzel bir mâzisi vardı.
Her iyi hâsletimizi bir bir yitirdiğimiz gibi “hakiki” tebessümümüzü de yitirdik ne yazık ki! Gönülden gelerek çehrelerimize kondurduğumuz tebessüm, yerini “sahte tebessüme” bıraktı. Tebessüm eden bir çehre gördüğümüzde dimağlar, maskelerin ardında gizlenen menfaati(!) görmeye çalışıyor.
Tedbirin, koltuğumuzun altında tutmamız gereken emniyetli bir değnek olduğunu acı haberler bir kez daha hatırlatıyor. Aile dostlarıyla çekilen mutlu karelerin üstüne katre katre kanların aktığına şahit olunca; gülen çehrelere karşı elimizle “dur işareti” yaparak “lütfen tebessüm etme!” diye serzenişte bulunmamak muhâl oluyor.
Geçtiğimiz günlerde, Eskişehir’de 3 kişilik bir ailenin vahşice katledildiği bir faciaya şahit olduk. Bu aileden geriye kalan ise sadece KATİL ZANLISI ile çekilen mutlu aile fotoğrafları… En hazin olanı da bu değil mi zaten?
Düşmanı uzak diyarlarda aramaya lüzum yok ki! Ruhumuzu da bedenimizi de kanatan, yanı başımızdaki “dost görünümlü şeytanlaşmış düşmanlar” olmuyor mu? Kime bir derdimizi anlatıyor, kimi derttaşımız olarak görüyorsak; karşılığında bize bin derdi reva görüyor. En hassas noktalarımızı, ruhumuzun derinliklerinde yatan keder ve sürûr duyduğumuz her mevzuyu bileni, dostumuz sanıyoruz lâkin dost sandıklarımız, bedenimizi de ruhumuzu da kanatan “sabıkalı düşmanımız” oluyor.
Her hâlimizi soranı samimi bulurduk. Artık hâlimizi soran için “bundan kendisine nasıl bir azık çıkarır” diye düşünüyoruz, gayriihtiyari de olsa…
Böylesi bir aile katliamının üstünden sayılı günler geçmişti ki bir başka katliamın daha vuku bulmuş olduğuna şahit olduk: Hanımını öldüren bir koca!
Bu misâller ne ilk ne de son olacak. Şehit kanlarıyla ıslanmış topraklarımızın üstüne, cinayet kanları aka aka, şehit kanlarıyla bulanan sular da cinayet kanlarıyla bulanır oldu. Karı-koca birbirini öldürüyor. Evlat, anne ve babasını öldürüyor. Arkadaş, arkadaşını öldürüyor.
Hâbil ile Kâbil kıssasından payımıza düşen nasihat: Hâbil’in ahlâkı, imanı, fazileti ve ferasetli duruşu olmalıyken nefsimize, Kâbil’in kini, hasedi ve kıskançlığı daha kolay geliyor. Bir kelebeğe zarar vermekten hayâ duyan Peygamberimizin (s.a.v) ahlâkına itaat eder ve Peygamberimizin (s.a.v) ahlâkı doğrultusunda bizde, karıncalar incinmesin diye adımlarımızı usul usul atardık. Artık öyle bir hâle geldik ki Kâbil’den de acımasız olduk. Kâbil, bizim yanımızda oldukça masum kalıyor.
Ruhlarımız her geçen gün karardıkça kararıyor. Birilerinin birilerini asmasına, kesmesine, vurmasına, bıçaklamasına o kadar çok duyarsızlaştık ki film seyreder gibi seyrediyoruz. “Seyrediyorum ama bir gün bende seyredilen olabilirim” ihtimalini göz ardı ediyoruz.
Müslüman hiçbir mevzuda kendisini din kardeşinden yana emin ve emniyette hissedemiyor. Bir çocuğun başını tebessümle okşayıp, ona şeker uzatarak gönlünü hoş ederdik. Şimdi ise; bir şekerin, silah olarak avdet ettiği bir millet olduk. Çocuklarımıza, “sakın yabancıdan bir şey alma!” diye tembih ediyoruz. Müslüman, mukaddesatına karşı yabancılaştı. Müslüman, Müslümana “yabancı” oldu artık. En hazin olanı da; “Allah” kelâmıyla güven vererek yüreklere hançer saplanması!..
Bir yandan vatanı, dili, dini için canını veren aziz şehitlerimizin uğradığı suikastlar, bir yandan da lüzumsuz, ehemmiyetsiz, odun yığını kadar bile kıymeti olmayan hâdiseler sebebiyle canına kast edilen kardeşlerimiz adına müteessir oluyoruz. Böylesi bir Araf’ın içinde, ömrü tüketiyoruz bir hiç uğruna!..
Dizi ve film senaryoları menfi vakaları, müspet gibi göstererek bizlere altın tepsi içinde zehir ikram ediyor âdeta! Bu kekremsi tada alıştığımız için zihinlerin nasıl yıkandığını fark edemiyoruz bile. Cehaletin kanı, Hâbil olmaktan da uzaklaştırıyor, tebessümden de ürpertiyor. Cehalet, bize kendimizi unutturuyor. Değer ve inançlarımızı unutturuyor. Ebedi âlemi ve ahiret hesabını unutturuyor. Dünyevî mevzuların girdabında kaybolmaktan ruhumuzla muhabbet etmek hatırımıza dâhi gelmiyor.
Cehaletin tuzağından sıyrılabiliriz. Ölmeden önce uyanmak ve uyandırmak, dirilmek ve diriltmek için henüz vakit varken cahillikten ve vicdansızlıktan akan kanları durdurabilir, hasret kaldığımız hakiki tebessümlere tekrar ulaşabiliriz. Ebedî saâdet adına her ferd, zincirin bir halkası olabilir ve bir bütün hâline gelebiliriz biiznillâh.
İlknur Eskioğlu