Kasım ayı enflasyonu açıklandığında milyonların gördüğü ilk gerçek şuydu: emeklinin payına yine kırıntı düştü.
İşçi emeklisinin beş aylık zammı yüzde 11,20; memurlar toplu sözleşme farkıyla yüzde 17,55 alacak.
Peki mutfak yangını?
Pazar filesi?
Faturalar?
İlaç parasını düşünebilen biri kaldı mı?
Tam bu tartışmalar devam ederken SGK Başkanı Raci Kaya çıktı ve şu sözleri sarf etti:
“Eskiden 50 yaşında ölüyorduk. Bugün emekli 3 milyon arttı. 78’ine kadar aylık alıyorlar.”
Demek ki emekli yaşadığı için suçlu!
Demek ki ömrü uzadığı için devletin yükü olmuş!
Kaya’nın sözlerine göre gerçek sorun maaşların düşük olması değil, emeklinin hâlâ nefes alması.
Bu yaklaşım, aslında bir zihniyetin dışa vurumu:
Emekli yaşamasın, yaşarsa başımıza dert olur.
Fakat aynı hükümet bütçenin son gecesinde ne yaptı biliyor musunuz?
Herhangi bir tartışma olmadan; genel müdürlere, kurum başkanlarına, il müdürlerine ve kariyer meslek mensuplarına 30 bin TL’ye ulaşan seyyanen zam getirildi.
Ne kamu dengesi analizi, ne sosyal adalet kaygısı…
Bir gecede, “ben yaptım oldu” anlayışıyla.
Tam da burada Yeni Yol Partisi Grup Başkanvekili Selçuk Özdağ’ın çıkışı yerden göğe kadar haklıydı:
“Bu kamu reformuna darbedir.”
Hakimlere ayrı zam, doktorlara kriz çıkınca zam, askerlere zam…
Ama ülkenin omurgasını oluşturan öğretmen, hemşire, teknisyen, memur ve emekli aynı adaleti görmüyor.
Özdağ’ın dile getirdiği gibi:
“Bu eşitlik ilkesine aykırı.”
Gerçek manzara budur:
Üst bürokrat maaşları için bütçe seferber edilirken, emekli simit ve çayı bile hesaplayarak tüketmeye çalışıyor.
Bir SGK Başkanı çıkıp “emekli çok yaşıyor” diyorsa, bu ülkede sosyal devlet gömülmüş demektir.
Sosyal güvenlik, bir nesil uzun yaşıyor diye küçümsenecek bir yük değildir;
devletin taahhüdü, sözüdür, namusudur.
Üst bürokrata jet zam yapmak kolaydır;
ama emekliye insan gibi yaşama hakkı tanımak gerçek iktidar sınavıdır.
Bu nedenle Özdağ’ın çıkışı kuru bir siyasi eleştiri değil,
adaletin sesi, vicdanın haykırışıdır.
Keşke emekliler SGK Başkanı’nın kapısına gidip şunu sorabilse:
“Sayın Başkan, biz öldüğümüzde mi memnun olacaksınız?”
Bu soru bile nerede yaşadığımızı özetler.

“Evlenmeyene iş yoksa, işi olmayan nasıl evlenecek Sayın Destici?”
Günün diğer tartışma konusu ise BBP Genel Başkanı Mustafa Destici’nin açıklamaları oldu.
Önce kızının TBMM’de işe alınmasıyla ilgili eleştirilere:
“Benim evladım da herkes gibi aynı usulle işe girdi.”
diye yanıt verdi.
Liyakat krizinin ortasında, kamu kadrolarında eş-dost kayırmacılığı bir vatandaşlık meselesi haline gelmişken bu cevap tartışmayı dindirmek yerine büyüttü.
Ardından Destici, popülizmi zorlayan bir öneri sundu:
“İşe alınırken evli olanlara öncelik verilsin. Evlenmeyenleri işe almayacaksın. Çünkü nüfus bir milletin en büyük zenginliğidir.”
Radikal mi?
Evet.
Ama ironik olan şu sorudur:
İşi olmayan nasıl evlenecek Sayın Destici?
Bu ülkede gençler iş kuyruğunda yıllarca bekliyor.
Milyonlarca üniversite mezunu işsiz.
Asgari ücrete talim eden biri ev, düğün, kira ve çocuk masrafını nasıl karşılayacak?
“Evlenmeyene iş vermeyelim” demek; işsiz genci damgalamak, eşitsizliği artırmak ve “bizim çocuklar – diğerleri” ayrımını büyütmektir.
Acı gerçeği söyleyelim:
Her evlat sizin kızınız gibi TBMM’de işe girecek kadar şanslı değil.
Bu anlayış, gençliği kısır döngüye hapseder:
İş bulamazsan evlenemezsin, evlenemezsen iş de yok.
Bu ülkede zaten gençler evlilikten korkuyor; çünkü güvencesi olmayanın yüzüne kimse bakmıyor.
Nüfus elbette önemlidir.
Ama çocuklar sayı değil, değer olarak yetiştirilir.
Aileyi güçlendiren şey evlilik şartı değil; istihdam, liyakat, fırsat eşitliği ve refahtır.
İşe alımı evlilik şartına bağlamak sosyal devlet değil, ayrımcı devlet anlayışıdır.
Yorumlar
Kalan Karakter: